Çocuğum Okula Gitmek İstemiyor
Aileler eğitim yılının başladığı eylül günlerinde anaokuluna gitme yaşı geldiğini düşündükleri çocuklarına uygun bir yuva seçebilmek için araştırma yaparlar. Genellikle yuvalarda aranan nitelikler oyun bahçesi olan bağımsız bir yapı, aydınlık sınıflar, kaliteli yemek, temizlik, öğretmen yapısı vb. dir. İstenenlere uygun bir yuva seçilerek çocuğun başlatılmasına karar verilir. Genele bakınca çocuklar yuvaya götürüldükleri ilk günlerde hemen içeri girmek istemezler. Bu sorunun aşılması için, aileden bir kişinin de birkaç gün okul içinde kalması uygun olur. Bu yapılmazsa çocuk, bırakıp kaçıldığı kanısına varabilir. Onu getiren kişinin sınıfa girmesi hatta sınıf içinde onun yanında oturması ve yemek sırasında yedirmesi en büyük hata olur. Getiren kişi ofiste, bekleme yerinde ya da sınıf dışında uygun bir yerde beklemelidir. Çocuğun ağlayarak anne ya da getiren kişiyi araması büyük boyutlara vardığında, getirenin onu beklediği söylenmeli ve o kişi ile birlikte yine sınıfa götürülmelidir. Bu durumda sınıf içine yalnızca çocuk girmeli getiren kişi ise sınıf dışında beklemelidir. Bir süre sonra çocuk oyuna uyum sağladığı sırada, çocuğa hissettirmeden yine beklediği yere dönmelidir. İlk günlerde bu süreç gerektiğinde yinelenmelidir. Daha sonraki günlerde sınıf içinde geçirdiği sürenin uzunluğuna bakılarak, kendisini getiren kişiyi sık sık aramıyorsa uyum sağlamasının kolay olacağı düşünülebilir. Çocuk bir iki gün içinde ortamına alışınca, onu teslim etme sırasında kendisini getiren kişi oyun oynamayı sürdürmesini ve daha sonra oyunu bitince gelip alacağını anlatarak onu bırakıp ayrılmalıdır.
Uyum
sağlama süreci birkaç gün süreceği gibi, daha fazla süreyi de kapsayabilir. Anneden uzakta kalarak bazı sorumluluklarını
kendince yerine getirebilmesi, oyuna olan düşkünlüğü, arkadaşlarıyla bir arada bulunması gibi etkenler çocuğun okula
kolaylıkla uyum göstermesini sağlayabilir. Bunun tersi ise aşırı
bağımlılıkla ilgilidir. Çocuğun anneden uzaklaşarak arkadaşları ile oyun oynamaması, işlerini başkalarının yapması,
sosyal çevre içine girememiş olması, yuvaya verilme sırasında sıkıntıların yaşanmasına neden olabilecek
etmenlerdir. Bu yapıdaki çocuklar annelerine aşırı bağımlı oldukları gibi, anneleri de çocuklarına aşırı
bağımlıdırlar. Anne çocuğunun yanından ayrılmasına asla razı olamaz. Yuvaya verilme sırasında bu
durumu çözebilmek oldukça zordur. Yuvaya getirilen çocuk hep annenin yanında kalmak ister, onu sınıf
içine almak bir türlü mümkün olamaz. Karşılaşılan bu durumda annenin de sınıf içine girip kapıya yakın
oturarak, çocuğun oyun ortamına ısındığını görmesi çocuğa olduğu kadar anneye de güven verecektir.
Bir süre sonra okula alıştığı düşünülse de, çocuk her gelişinde ağlayıp okul içine girmek istemeyebilir.
Oysa okulda bulunanlar onu alıp sınıfa götürünce, kısa bir süre sonra oyun oynamaya başlayıp
ağlamadığı görülür. Böyle olsa da içeride ağlayıp ağlamayacağını anlama amaçlı olarak anne kolay
kolay okuldan ayrılmak istemez. Ağlamadığına inanınca evine gider ama, gün içinde dayanamayıp
ağlayıp ağlamadığını öğrenmek için sık sık telefon eder. Bu durumda anne çok haklıdır. Çünkü
çocuğundan ilk kez uzun süreli ayrılmaktadır. Genellikle bu durumu yaşayan annenin tek gönül
rahatlığının, okula ve öğretmene olan güveni konusundaki sözlerinden anlaşıldığı görülür. Oysa bu
yöndeki sözler duyulsa da çocuğa olan aşırı bağımlılığı nedeniyle, ayrı kalabileceğine kendini bile
inandıramayacağı gerçeği oldukça ağırlıklıdır.
Okula uyum sağladığına inanılan çocuk epey bir süre sonra beklenmedik bir şekilde yuvaya gitmek
istemeyebilir. Ağlayarak "anne! Okula gitmek istemiyorum. Beni oraya götürme!" diyebilir. Çok
ağlamasına dayanamayan annenin ise "yine başa döndük" dediği duyulur. Ağlayan çocukla birlikte
kendi gözyaşlarını içine akıtan anne onu kandırmaca sözlerle okula getirir. Karşıdan bakınca, ağlayan
çocuğunu sıkı sıkı kucağında tutmakta ve ağlamasına dayanamayıp onu bırakmak istememektedir. İşte
bu durum yaşanınca eğitilmesi, sosyalleşmesi ve bir şeyler kazanması asla düşünülemez. Annenin
içinden geçen istek ağlayıp üzülmemesi için onu alıp hemen eve götürmesidir.
Öğretmeni çocuğu içeri götürmek ister, anne ise içinden gelen sese kulak vererek ona sıkıca sarılarak
bunun tersini yapmayı düşünür. Ayrıca eğitimi ve gelişimi için mutlaka yuvaya gitmesi gerektiği
yönünde ağırlıklı düşünceler içinde ne yapacağını bilemez. Çocuğun ağlaması adeta içini eritir. Bu
durumda anneyi de düşünerek hem çocuğa hem de anneye kolaylık olması için ilk günlerdeki gibi
onunla birlikte kısa süre kalmak kaydıyla içeri girmesi uygun olur. Bu kez çocuk, istediğinin
yapıldığından güç kazanarak annenin sınıf içine girmesini isteyebilir. Bu durumla karşılaşan anne,
"anneleri sınıfa almıyorlar. Sen girerek oynayabilirsin" gibi sözler söyleyip dışarıda beklerken
öğretmeni çocuğu sınıfa sokar. Yine isteğinin olmaması ile ağlamaya başlarsa da kısa bir süre sonra
oyuna dalınca ağlaması duyulmaz. Anne ise ağlamadığını görünce evine gider.
Akşam olup annenin çocuğu almaya geldiği sırada kapıda annesini gören çocuk yine bağırıp ağlamaya
başlayabilir. Oysa iyi gözlenirse çocuğun bağırarak ağlama taklidi yaptığı ve gözünden yaş akmadığı
görülür. Çocuk açısından bunun altında yatan düşünce ise "niye beni bırakıp gittin?" demeye
eşdeğerdedir. Daha sonraki günlerde bırakılan çocuğun yine ağladığı görülür. Ama öğretmeni tarafından
sınıfa götürüldüğünden üç-beş dakika sonra ağlama sesi duyulmaz olur. Sergilenen sıkıntılı durum sınıfa
girene kadardır. Aşırı bağımlı annenin gün içinde sıkıntı yaşamaları bir süre daha sürer ve yuvaya alışan
çocuk annesini öperek ona el sallayıp uğurlar.
Yukarıda izlenen senaryoyu şu şekilde açıklamak mümkündür. Çocuğun büyümesi ile sordukları ve
yapılmasını istedikleri karşısında aile bireylerinin yeterli olamaması, bu nedenle evde sıkıntılar yaşaması
onun yuvaya gönderilmesini zorunlu kılmaktadır. Ayrıca yuvaya gidince paylaşmayı, yardımlaşmayı,
sosyalleşmeyi ve her tür yemeği yeme alışkanlığı kazanacağı düşüncesi de ağırlıklı olmaktadır. Bütün
bunların aşılması ve çocuğun istenen düzeyde destek ve eğitim alabilmesi düşüncesiyle anne ve
babaların sabırlı olması onlara çok şey kazandıracaktır. Annenin bir işyerinde çalışması çocuğun
zorunlu olarak yuvaya verilmesini gerektirebilir. Ayrıca ev hanımı olan anne çocuğun eğitim
gereksiniminin karşılanması için "şimdi çalışıyor olsaydım" türünde düşünceler üreterek konuya olumlu
yaklaşabilir.
Yuvaya verilmesi sırasında genellikle yaşananlar çocuğun ortaya koyduğu üzüntülü senaryolardır.
Anne-babayı üzen konunun çocuğun ağlaması yani üzülmesi olduğu bilinir. Çocuğun olur olmaz şey
için ağlaması çevresindekilere zor anlar yaşatır. Temelde dikkat edildiğinde, istediği bir şeyi elde etmek
için ağlayan çocuğun genellikle ağlamadığı, istediğini elde edinceye kadar gözünden yaş gelmeden,
ağlama taklidi yaptığına tanık olunur. Ses ve mimikleri onu ağlıyormuş gibi algılatır. Ağlama eylemine
sık sık başvurmayı alışkanlık edinen çocuk zaman zaman ailesini usandırır. Bu nedenle bazı aile
bireylerinin çocuğu eğitmek ve bu kötü alışkanlığından vazgeçirmek için fiziksel şiddete başvurdukları
bile görülür. Temelde, ilgi çekme isteği ile ya da istediğini elde etme adına yapılan ağlama taklitleri
sırasında onunla ilgilenmemek istenmeyen bu tutumunu örseleyecektir. Bu olumlu davranışımızı
sürdürmenin yanında istediğini yapmayacağımızı söylediğimiz yani "hayır" dediğimiz şeyleri asla
yapmamak yani sözümüzden dönmemek gerekir. Kararlı sözel tutumumuz ve o an uğraştığımız işi
sürdürmek, bir zaman sonra ağlama taklidi ile şımarıkça isteğini sağlayamayacağı düşüncesini
kazandıracaktır. Onun ağlamasını kesmek için, elde etmek istediklerini sağlamanın her zaman mümkün
olamayacağı gerçeği kabul edilmelidir. İstememesi nedeniyle okul öncesi dönemde bir yuvaya verilmese
de ilkokul çağına gelince aynı sıkıntıların daha da kapsamlı bir şekilde yaşanacağını düşünmek gerekir.
Ağlamaların ancak, gerçekten canının yandığı zaman ortaya konulması ve genelde dürüst davranışlar
geliştikçe olgun bir kişilik oluşacaktır. Çok küçük yaşlardan beri böyle bir olgun kişiliğin oluşması
anne-babaya huzurlu yaşama fırsatı kazandıracaktır. Böyle bir yetişmenin, özellikle ergenlik çağında
anne-babaya sıkıntı yaşatmayacağını düşünmenin güzelliği de yaşanır olacaktır.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu
İyi Bir Anaokulu Nasıl Olmalı
Çocuğun gelişim sürecinde en önemli gereksinimi öğrenmesidir. Bunu sağlamada en etkin olgu oyundur. Çocuk için oyun, 0-7 yaş sınırı içinde en üst düzeyde bir gereksinim olarak
karşımıza çıkmaktadır. Çocuk oynarken öğrenecektir de! İnsan yaşamının ilk yılı kişiyi, tüm yaşamı boyunca öğreneceklerinin %70 ini alma kapasitesine sahip kılar. Demek ki bu süreç
içindeki insan bilgiye açtır ve onu bilgiyle doyurmamız gerekmektedir. Gereksinim duyduğu bilgilerin en önemlileri çevre ve sosyal yaşam ile ilgilileridir.
İyi bir ortamda olması, onun algı kanallarının açılması bakımından çok önemlidir. Bu ortamın sağlanması için kaliteli uyarıcılara gereksinimi vardır. Yani ilgisini çekebilecek pek çok şey,
onun istediği ortamı oluşturmaktadır. Çocuk sürekli olarak değişiklik arar. Uyarıcı çeşitliliği ise evde değil, kaliteli bir okulda vardır. Ayrıca, okul öğrenme konusunda öyle bir yerdir ki,
öğreten öğretmen değil, arkadaşlarıyla birlikte gün boyunca yaptıklarından öğrendiklerini sağlama bakımından eve göre farklı bir ortamdır.
Onun, sınıfta zevkli zaman geçirmesi demek; gün içinde zorunlu olarak çeşitli periyotlarda, yarım saat hatta bir saat gibi uzun üreler boyunca legolarla, puzzle'larla, resim çizmekle ya da sınırları çizilmiş resimleri
boyamakla, evcilik köşesinde ya da hamurla oynamakla zaman öldürmek olmamalıdır.
Böylece çocuk hep aynı şeyleri yapmaktan çok sıkılacaktır. Buna neden olmamak için birikimli öğretmenin her etkinlik süresini çok dengeli tutması önemlidir.
En çok yarım saat 15-20 dakikada değişiklikler içeren, aktif-pasif dengeli bir günlük program; hem çocuğun hem de öğretmenin günün nasıl geçtiğini anlayamamasına yol açar ki, temelde çocuk açısından da
istenen budur. Çünkü evde belki 20-30 tane arabası varsa da aynı türdeki tek tip uyaran bolluğu içinde oynamak istemediği, ayrıca hep aynı puzzle'ları yerleştirdiği için sıkılmaktadır. Bu nedenle de okula verilme
ihtiyacı hissedilmektedir. Eğer, evdeki sıkıntılar okulda da yaşanacaksa, okula vermenin önemi nerede kalmaktadır. Çocuğun yaşadıklarına ve okul için ödenene yazık değil midir?
Bütün bunlar göze alınarak tüm velilerimizin, çocuklarının okul içinde yaşadıklarına karşı duyarlı olmaları ve zaman zaman pozitif ve negatif yönde okula geribildirimler vermeleri gerekmektedir.
Çocuk, okulda yaşadıkları ile ilgili olarak evde, eski günlere göre farklı birşeyler anlatıyorsa, içtenlikle dinlendiği ona hissettirilmeli ve kazançları hakkında kısa bilgiler edinilmelidir.
Eğer evdekinden farklı farklı şeyleri dile getirebiliyorsa, okul onun öğrenmesine katkı sağlıyor demektir. İşte böyle koşulları sağlayan bir okul, iyi bir kuruluştur. Çocuklar hepimizin melekleridir.
Eğitim konusunda onlara karşı görevlerimiz o kadar çoktur ki, görevlerimizin tümünü yerine getirdiğimizi düşündüğümüz gün, yanıldığımız ortaya çıkacaktır. Çok büyük bir özveri sergilercesine
bu yaklaşımın tersini elde edebilen velilerimizi içtenlikle kutlarız.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu
YEMEDİM YEDİRDİM, GİYMEDİM GİYDİRDİM
Ergenlik dönemindeki çocukların tipik özellikleri bakımından; tatmin duygusu yaşamama ve türlü asilikleri nedeniyle, oluşuma üzülen annelerin genellikle bu ve buna benzer sözleri söyledikleri duyulur. “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, uğrunda saçımı süpürge ettim, doğurana kadar neler çektiğimi bir tek ben bilirim” vb. Tatmin olmamak yani yetinmemek aşırı imrenme, sıra dışı olanı elde etme isteği vb. dürtülerle, elde ettiklerine razı olmayıp daha da fazlasını istemek demektir. Tatmin olmama konusunda erken çocukluk dönemi özelliklerini düşününce, yokluğu yaşamamış, hemen her şeyi elde edebilmiş çocuk profili elde edilir ki, bu da ergenlik döneminin özelliklerini çağrıştırır. Buna neden olan etmene bakınca, “hayır” sözcüğünü kullanma alışkanlığını elde edememiş ve bu sözcüğü kullansa bile, “hayır” sözcüğünün arkasında duramayan kişilerin oluşturduğu aile yapısını görmek olasıdır. Ayrıca, kendi duygu ve dürtülerinden sıyrılamayıp, yapılması gerekenleri bildiği halde yapmak istemeyen ve de hemen her şeyi çocuk adına yapmayı üstlenen yetişkinlerin çevredeki bolluğu yadsınamaz. Böyle ortamlardaki çocukların, yarattıkları türlü yöntemler aracılığı ile istedikleri her şeye kavuşmayı becerebildikleri görülür. Onların daha da büyüdükleri sonraki yıllarda ise dış ortam içinde bulunmak zorunda oldukları yaşam koşullarının olumsuzluklarından habersiz bir monotonluk içinde geliştiklerine tanık olunur. Ayrıca bu evreyi yaşayan çocukların her gördüğünü kıskanıp elde etme isteğinden çok, anne-babaların, çevredeki diğer anne-babaların yaptıklarını ve sunduklarını gördükçe, daha da çoğunu alma isteği, bir tür yarışa girme dürtüsünün ağır bastığı düşüncesini çağrıştırır. Çocuğa sağlananların bir kısmını çocuk istemiş ve elde etmiş olsa da, elde edebildiği pek çok diğer şeyleri ana-babaların “olsun varsın, bir tane de bu olsun?” düşüncesiyle onlara sundukları görülmektedir. Bu kadar bollukta uyarıcının olduğu yerde, bir çocuğun çevresinde bulunanlardan tatmin olacağı düşünülebilir mi? Örneğin, yığınlarla, kutular dolusu oyuncakları ile oynamak yerine, kırık dökük ya da işlevini yitirmiş oyuncaklarla oynamayı tercih etmesi, bolluktan tatmin olmadığına işaret eder. Temelde o satın alınan ya da armağan olarak sunulan materyal oldukça iyi niyetler beslenerek alınmıştır, ama çocukların bunlarla kısa bir süre oynayıp, daha sonra bir kenara attığı ve oynamayı tercih etmedikleri görülür. “Bu kadar bolluk içinde bir yaşam sunmak niçin istenir?” görüşü, yıllar öncesinde, ülkemizin çok ünlü bir profesörü olan ve saygıyla andığım Sabri Esat SİYAVUŞGİL’ in bir sözünü anımsattı. Hocamız bir derste, "bugünün velilerinin, gitgide yaşanmaya başlayan ekonomik bolluklar içinde, çocuklarını yaşama! yaşat ilkesine göre yetiştirmeye özen gösterdikleri görülmektedir" demişti. Bunca yıl geçtikten sonra bugün yaşananların, sayın hocanın söylediklerini kat kat aşmakta olduğu görülmektedir.
Bugün, “o sözleri söyleyen hoca ne demek istemişti?” diye düşününce, İstanbul’ da ünlenen Oyuncak Müzesi içinde gördüklerimiz soruya yanıt olmaktadır. O günlerle bu günlerin arasındaki farklılığı düşününce, bugünün çocukları ile eski günleri yaşayan o çocukların nelerle oynamakla yetindikleri ortaya çıkmaktadır. Bugünlerde 30, 35,40 yaşlarında olan anne ve babalar çocukluklarında o basit ve ucuz oyuncaklarla oynayıp mutlu olmadılar mı? O yıllarda televizyon izlenir olsa da izlenenler kısıtlı değil miydi? Bilgisayar, cep telefonu vb. gereksinim karşılayan çağdaş iletişim aygıtları bu kadar bollukta mıydı? Aileler bugünlere göre birebir ilişkilerde daha bir iletişim içinde değiller miydi? Çocukların iletişimden mutluluk duydukları tek olgu aile bireyleri değil miydi? Küçük küçük şeyler mutluluk kazandırmıyor muydu? İnsanın genel yapısı incelendiğinde, geçmişi çabuk unuttuğu gibi bir gerçek ortaya çıkar. Bunun da yansımasını bugünün anne ve babalarında görmek mümkündür. Çocuklukta yaşanan o mutluluklar zamanla unutulup o günler, yaşanan şimdiki günlerle kıyaslanınca güzel yaşantılar unutulup, düşünülen bir tek şeyin, yalnızca yokluklar olarak gündeme oturduğu görülür. Sözün kısası, bugünün anne ve babaları eskiden bir takım yoksunluklar ve de yetişmelerinde karşılaştıkları zorluklar olarak nitelediklerini ön plana çıkararak “ben yaşamadım, onu yaşatmalıyım” düşüncesinin adeta tutsağı görünümünde çocuğuna her şeyi sunma gereği duymaktadırlar.
Anne ve babaların çocukluğu ile onların çocuğunun durumunu da ele almak isteriz. Bugünün velilerinin çocukluklarını yaşadıkları evrede, çevresindeki hemen herkes, çocuğun sosyalleşmesini, özgüveni ve kendine yeterliğinin olmasını düşünerek, onların bazı zorluklarla karşı karşıya kala kala, kendi kendince zorlukları aşabilmelerine fırsat tanımaktaydılar. Bunun sonucu olarak, bugünün anne ve babaları, mesleklerinde ve toplum içi ilişkilerde yeterli olabiliyorlarsa bunu, çocukluklarında elde ettikleri iniş ve çıkışları yaşamalarına borçlu değiller midir? Bugün yaşananlara bakınca, çocuğun çevresindeki kocaman bir ordunun, yapması ve üstesinden gelmesi gerekenleri onun adına yapıp, ona fanus içinde bir ortam sunmuyor mu? Çocuk, arkadaşı tarafından küçük bir zarara uğratıldığında, öğretmeni kaşlarını çattığında, bir takım fanteziler (uydurmalar) yaratınca . . Bu örneklerin çoğaltılmasını siz değerli okuyucularımıza bırakıyorum. Bu ve bu gibi durumlarda kendini savunmasına olanak tanıyor muyuz, yoksa hemen arka mı çıkıyoruz? Bu tür yanlı girişimlerimizin bolluğu sonunda bu çocukların ergenlik dönemini nasıl geçireceklerini ve daha sonra da bizler gibi 25, 30, 35 yaşlarında anne ve baba olduklarında yaşayacakları olasılıkları bugünden düşünmek bile istemiyoruz. Böyle olumsuzlukları bizlere yaşatmamalarını dilekleriz, ama dileklerimizin tersini yaşattığında ise, işte o zaman ağzımızdan çıkan sözlerin, “bunları niçin yapıyor, bize yazık değil mi? Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, saçımı süpürge ettim” türünde olacağını sanıyoruz. Canlılar içinde en zor yetişen bir varlık olarak tanımlanan insanın, zorluklar yaşamadan bir yaşam sürmesinin, doğaya aykırı olduğu bilinir. “İnsan zoru başarınca mutlu olur” özdeyişi boşuna ortaya atılmamış olsa gerektir. Şimdilerde çok iyi bir çocuk yetiştirdiğimizi düşünmeyenimiz var mıdır? Kesinlikle yoktur. Ama şu anda işin başındayken, gelecekte yaşanması olası olumsuzlukları da düşünüp önlem almanın, o zorluklara engel olacağını bilmeliyiz. Onun yapacağı şeyleri bizler üstlenmekle, kararları bizler yerine onun vermesine göz yummakla, gelişimine oldukça fazla zarar verdiğimizi de ayrıca düşünerek yol haritamızı çizebilmek, daha da iyi yetiştirmemize katkı sağlayacaktır diye düşünmekteyiz. Her bakımdan güç kazanmış ve iki ayağının üzerinde, yardımsız, dimdik ayakta durabilme özelliği taşıyan bir çocuğu topluma kazandırmanın bizlere vereceği mutluluğu yaşamak dileklerimizle.
Not: Ülkemiz genelinde yapılan resmi bir araştırma sonucu, 2013 yılında madde bağımlısı çocuk sayısınıjn 202.000 den fazla olduğunun saptandığını siz sayın velilerimizle paylaşmak isterim.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu
Çocukta Özgüven Duygusu
Çocuk yetiştirmek, güzel sanatlarla uğraşanların ürettiklerine göre daha kapsamlı, bilgi ve beceri isteyen uzun uğraşılardan sonra sunuma açık bir ürün elde etmenin çok zor olduğu farklı bir sanattır. Bu farklılık insan doğasına özgü duygu ve tepkilerin ayrıcalığıdır. Sanatçı yapıtını oluşturur ve topluma sunar. Bu yapıtın sunum sonrası geliştirilecek, farklı boyutlara vardırılacak durumu yoktur. Oysa insan, çocukluğundan başlayarak öğrenecek, beceri kazanacak ve yeteneklerini geliştirecek bir yaşam süreci geçirecektir. Bu sürecin olumlu ya da olumsuz sonuçlarına anne-babanın etkisi çok büyüktür. Anne-baba bilinçli davranış örnekleriyle, toplumsal kuralları benimsetmesiyle, olumlu gördüğü gelişmeleri desteklemesiyle, olumsuzlukların düzeltilmesinde yardımcı olmasıyla çocukta özgüven duygusunun gelişmesine yardımcı olabilir.
Her çocuğun kendine özgü bir kişilik geliştireceği tartışılmaz. Bizim yönlendirmemiz ya da başkasının özelliklerini taşımasını istememiz yersiz olur. Bazı aileler hayal ettikleri kişilik örneğini çocukları ile
özdeşleştirmek isterler. Örnek kişiliğe uygun olmayan davranışları ise hatalı sayarlar. Böyle bir ortamdaki çocuğun içe kapandığı görülür. Bu çocuk özgüven geliştiremediği için ya ailenin isteklerine boyun eğer ya da asi bir yapı gösterir.
Çocuğa gösterilen sevgi ve şefkat doğal ve kararlı olmalıdır. Sevmek sürekli güler yüz göstermek ve her an sarılıp öpmek değildir. Özdeki sevgi önemlidir. Çocuğun sevgimizden kuşku duyması, ruhsal bocalamasına
ve güvensizliğe kapılmasına neden olur. Kararlı ve tutarlı bir sevgi her şeyden önemlidir. Anne ve baba çocuk gelişiminde birlikte hareket etmeye özen göstermelidir. Annenin çocukla bir olup
babaya karşı, babanın ise anneye karşı çocukla tavır alan tutumları hatalı olur. Her ailenin, ilk çocukla birlikte bir takım beceriler kazanacağı kuşkusuz olduğundan, onların zaman zaman hataya düşmesi de doğal
olacaktır. Hataları çocuğun olmadığı ortamlarda tartışıp yanlışları ortadan kaldırmak olası iken, çocuğun ortamında tartışmanın, anne-babada olduğu kadar çocukta da iç çatışma yaratacağı düşünülmelidir. Çocuğun
yetişmesini sağlarken anne-baba arasındaki kırgınlık ve kızgınlıklar kontrollü olmalıdır. Çocuğun yüksek sesle söylenene karşın, yalvarırca olmaması koşuluyla, yumuşak sesle söylenene daha çabuk uyum
gösterdiği örnekleri yaşanır. Onun yanılgılarını küçümsemek, başa kakmak ve sindirip korkutmak yararlı olamaz. Ancak her yaptığını şımartırcasına kabullenmek de doğru olmaz. Süresi çok kısa olmak koşuluyla
zaman zaman ceza da verilebilir. Ancak ceza, düşüncesine değil, eylemi için verilmelidir. Verilecek cezanın, oluşan suçu aşmaması ve ceza verilmeden önce çocuğun dinlenilmesi önerilir. Anne-baba adil kararlar
verebiliyorsa çocuk alınan kararlar karşısında, ön yargı kazanmadan, anne-babasına olan sevgi, saygı ve güvenini yitirmez.
Çocuğa, ancak yapabileceğimiz isteklerini karşılamak için söz vermeliyiz. Verilen söz mutlaka yerine getirilmelidir. Onun her istediğinin hemen karşılanması ise hatalı olur. Çaba harcama heyecanına, isteklerin bazılarını kendince karşılayabilmenin zevkini yaşamasına yardımcı olunmalıdır. Yeteneği bilinerek ona iş vermek, başladığı işi tamamladıktan sonra ödüllendirmek, daha sonraki girişimleri için başarabilme zevkini özletecektir. Oysa çocuklar başarısız kaldığı durumlarda çevrenin olumsuz tepkilerine karşı çok duyarlıdırlar, çabukça umutsuzluğa kapılırlar. Hatalarından çok, başarılarından söz ederek, başarma duygularını artırmaya çalışmak onlar için motive edici olacaktır. Böyle bir ortamda bulunan çocuk dengeli, sorumluluk bilinci gelişmiş, bağımsız yaşayabilme becerisine sahip olarak yetişecektir. Küçük sorunların üstesinden gelme becerisi edinen bir çocuk, büyüdüğünde karşılaşacağı çok büyük sorunların da üstesinden gelmeyi başaracaktır. Unutulmaması gereken, -Özgüven sahibinin başaramayacağı bir iş yoktur- kuralı olmalıdır.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu
KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE ÇOCUĞUMUZ
Milyonlarca yıl öncesinde oluşan yerküremiz üzerindeki en gelişmiş varlık olan insanın yarattığı yeniliklerin çok büyük bir kısmı topluma yarar sağlama amaçlıdır. Son yıllarda yarar sağlayan buluşların hepsinde bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin büyük katkısı olduğu görülmektedir. Kısa zamanda bu kadar gelişebileceği konusunda yakın bir geçmişte çıkarsama yapmak mümkün olamazdı. Örneğin, ülkemizde bir takım yeniliklerin miladı sayılan 70 ya da 80 li yıllara bakınca, Sibernetik denen oluşumla ilgili bilgiler hayretle karşılanmıştı. İnsanın yaptığı işlerde Computer’ lerin kullanılması ile, beden gücüne pek de gerek kalmamasını sağlayabileceği anlatıldığında hayrete düşmemek elde değildi. Yani gerçekleşebilmesi olasılığı zayıf gibi görünen şeyden söz edilmeye başlanmıştı. İşin görünen tarafı önce siyah-beyaz, kısa bir süre sonra da renkli televizyonun yavaş yavaş evlerde kullanılması ile belirdi. Gelişen süreç içinde, özellikle Almanya’dan getirilen sanayi makinalarının devreye sokulması ile, yaklaşık 200 kişi çalışan bir fabrikanın malzeme üretimi 20-30 kişi ile elde edilir oldu. Bu arada iletişim araçları da hızla gelişti. Evlerde kullanılan sabit telefonların yerini, üzerinde anten denen çıkıntısı olan cep telefonları almaya başladı. Bu tür telefonlarla iletişimin sağlanmasını geliştiren baz istasyonları ise, radyasyon yayma olasılığını düşündürerek herkesi korkutmuştu. Gnano teknolojisinin katkıları ile gittikçe özellikleri artan televizyon ve telefonlardaki çeşitlilik o kadar fazlalaştı ki, yenileri izlemek ve alıp kullanmak moda olup çıktı. Öyle bir gelişme görüldü ki, Computer’lerin yapamayacağı şey düşünülmez oldu. Bu arada gitgide yayılan radyasyon canlıların olumsuz etkilenmesine neden olmaya başladı. Çevremize bakınca bunu rahatça görebilmekteyiz. Yıllar öncesinde insanın ve arabaların kendilerine zarar verebileceği nedeniyle kaçıp uzaklaşan kuşların, kedilerin, köpeklerin kaçmayıp, örneğin yürüdüğünüz yolda yanınıza kadar gelebilmesi algılama yeteneklerinin azaldığını göstermektedir. Kovanlarından dışarı çıkıp bal özü almak için dolaşan arıların ise kovanlarına gideceği yolu şaşırıp, amaçsız olarak dolaştığı anlatılmaktadır. İnsana yararı olmasının yanında hemen her gün çeşitli kanallardaki programlara katılan Onkolog’ların kanser oluşumu ile ilgili söylemleri ise günümüzde kanıksanır olmaktadır. Hiçbir zaman aralığında kendisinden kopulamayan telefon tutkusu bunun örneği olarak anlatılanların kanıksanmamasına kanıttır. Çünkü telefonlar, yalnızca iletişim değil, öncelikle oyun, fotoğraf, video ve bilgisayar olanaklarına sahip olduğu için vazgeçilemez durumdadır. Bunca zararları anlatılsa da, ülkemizin güzel insanlarının oluşturduğu “bana bir şey olmaz” türü düşünceler doğrultusunda yaratacağı olumsuzluklar düşünülmeden, vazgeçilemez boyutta kullanılmaktadır.
Bizlerde oluşan telefon, IPad ya da televizyona tutku derecesinde bağlanmanın çocuklar boyutuna bakınca, yeni doğanın biraz büyüdükten sonra ilk kez tanıştıklarının arasına, cep telefonu başta olmakla, IPad ve televizyon girmekte olduğu bilinir. Yemeye konsantre olmasının sağlanması, yapmamız gereken diğer işleri yapmada zaman kazanabilmek için onun meşgul olması, bilişsel gelişimini artırma gibi nedenler düşünülerek, zaman zaman hatta bazı ailelerde olduğu gibi, gün boyuna varan uzun süreli izletmeler tutkunun gelişmesine yardımcı olmaktadır. Böyle bir süreçte yetişen çocuktaki vazgeçilmez tutku kendiliğinden oluşmaya başladığı gibi, yakın çevredekilerin bu oluşuma destek veren bilinçli ya da bilinçsizce geliştirdikleri örnek davranışları tutkunun vazgeçilmezliğine yardımcı olmaktadır.
Gerek ergen, gerek ergin, gerekse çocukların bu gereçlerle ilgilendiklerinde, gitgide yakın çevreleri ile ilişkilerinin bozulmakta olduğu gözlenmektedir. Özellikle erginlerin kişiler arası karşılıklı sözel görüşme sırasındaki durumuna bakınca, o anda görüşülen konuya bile yeterince konsantre olunamamasına, gelen ses ya da uyarı doğrultusunda telefonuyla ilgilenme zorunluluğunun neden olduğu görülmektedir. Ev içindeki çocuklar incelendiğinde, 4-5 yaşındakilerin bile, çevresi ile ilgilenmeye, telefon ya da IPad ile ilgilenmeyi tercih ettikleri sonucuna varılmaktadır. Bu çocuklar için alınan evdeki oyuncakların bolluğu da yeterince ilgilerini çekememektedir. Temelde çocuğun her bakımdan gelişimini sağlayacak olan, çevresindeki uyaran çeşitliliği olmalıdır. Bunu sağlayacak olan ise anne ve babasıdır. Anne ve babadan beklenen, onunla ilgilenmesi, çocuğun yaşına uygun oyunlar oynaması ve farklı farklı uğraşlar programlamak olmalıdır. Oysa kendilerinin de çocukla ilgilenmekten daha önemli uğraşlarını özellikle iletişim araçları oluşturması nedeniyle, çocuktaki isteklerin karşılanmamasını ortaya koyabilmektedir. Bu durumdaki çocuk yalnızlık çekmekte, model olarak da anne ve babasından aldığı örnekler doğrultusunda iletişim araçlarına yönelmektedir. Diğer yönden bakınca, anne ve baba çoğu kez sıcak ilgi gösterdiğini söylese de çocuk, beklentileri doğrultusunda bir ortam yaşayamaması nedeniyle, bir takım sıkıntılarına koşut olarak, asosyal davranış bozuklukları da gösterebilmektedir. Bir başka açıdan bakınca ise, dünyasının ekrana bağımlılığı nedeniyle, çocukların çevreden alacağı pratik düşünce, aktüel ve kültürel bilgi, toplumsal ilişkilerde incelikli ve nitelikli düşünme türü örneklerden edineceği özelliklerin pek gelişemediği yani sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır.
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız türlü olumsuzluklar, çocuklukta başlayan ve aile bireylerine oldukça sıkıntılı yıllar yaşatan bir hastalık olan otizmin oluşumunu tetikleyen özellikleri çağrıştırmaktadır. Diğer rahatsızlıklar gibi bu rahatsızlığın oluşmasını da kesinlikle hiçbir ailenin istemeyeceği kesindir. Telefon, IPad ya da televizyona tutku derecesinde bağlanmanın, bazı kişilerce madde bağımlılığından farklı olmadığı da düşünülmektedir. Geleceğimiz olan o güzel yavrularımızın gelişimlerinin pekçok yönden desteklenebilmesi için önlem alma konusunda -bana/bize bir şey olmaz- görüşü dışında anne ve babalara büyük sorumluluklar düşmektedir diye düşünmekteyim.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu
ÇOCUKLAR NASIL YETİŞİYOR
Genellikle evde yetiştirilen çocuk yaş sınırı içinde bir takım beceriler kazandığı halde, çevresindekilerin hemen her durumda ona yardım amaçlı yaptıkları ataklar karşısında oluşturduğu bazı beklentileri doğrultusunda bebeksilikten kendini kurtaramadığı görülür.
Ama (yabancıların kriz durumu dedikleri) ev içinde ya da dışarıdaki çatışmalar sırasında ise, her zaman bebeksi hareketleri ile sevimli olan bu çocuk, birden bire adeta devleşmiş olarak görülür. Çocuk olduğu düşünülmeden bir büyük insanla çatışırcasına, onunla çatışmalara girişilir. Bu gibi durumlarda çocuk olsa da, bir birey olduğu asla kabullenilmez. Oysa etkin algı onun küçük olması bakımından söz dinlemeyi bilmesi gerektiğidir. Küçük olduğunu bilecek ve istediğimizi yapacaktır. Çatışmayı oluşturan da işte budur. Ne kadar istenirse istensin, aslında çocuk düşündüğü şeyi gerçekleştirmek isteyecek ve düşündüğüne aykırı geleni yapmayacaktır. Bu durumda insanı çileden çıkardığı düşüncesi ile tehdit içeren sözler, verilen cezalar, belki de fiziksel şiddet birbirini kovalayarak o anda, ille de isteneni yapması beklenecektir. Ama çocuk isteneni yapacak mıdır? Asla! Burada hatırlanamayan etken, onun yaşı gereği, neleri kabul edip neleri reddedeceğidir. Yetişkinin geliştirdiği kuşkular incelendiğinde, çocuk karşısında oluşturmaya çalıştığı disiplinin zayıf düşebileceği ve otoritesinin kabul görmemesi yönündeki düşünceden başka, çocuğun şımarık olarak yetişebileceği kaygısının öne çıktığı görülmektedir. Çatışmalı durumlarda yetişkin, bağıra bağıra isteklerini ona kabul ettirme çabasındayken o da kabul etmeme yönünde ısrarcı olarak bağırdıkça bağırmaktadır. Aslında böyle durumların ortaya çıkışı ilk kez o sırada olmayıp daha önceki yıllara dayanmaktadır. Küçüklükten başlayarak sevginin, saygının ve getirilen sınırlamaların dengesi iyi kurulamayınca çoğu kez çatışmalar doğar. Kişilik gelişimine uygun olarak sorumlulukların verilmemesi nedeniyle çocuk, büyümesini kendince tamamlayamaz. Bebeksi davranışlar normal ve sevimli olarak karşılanır. Arada sırada çocuğun kendi yaş düzeyine uygun olarak sergilediği bir davranış karşısında ise anne-baba ya da diğer yetişkinler bundan gurur duyar ve “ İşte benim yetiştirdiğim adam bu” der. Oysa çevredeki çocuklar tarafsız bir gözle incelenmiş olabilse, çocuğa özgü olarak nitelenen ve gurur duyulan davranışın, yalnızca o çocuğa özgü olmayıp aynı yaştakilerin hemen hepsinde olabildiği görülecektir. Ayrıca ayrıntılara dikkat edildiğinde, bebeksi yetişmesi nedeniyle, çevredekilere oranla pek çok şeyi yapmakta geri kaldığı da üzülerek görülecektir. Kuşkulanılacak bu durum, bir anaokuluna gönderildiğinde daha açık olarak netleşecektir. Oradaki çocuklar öz bakım denilen (yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanması, yemekten sonra dişlerin fırçalanması, tuvalet gereksinimini karşılamak için geliştirilen beceriler vb.) işlerin hemen geneline yakınını kendileri yapabilirken yeni başlayanın bu konuda eğitim alma gereksinimi ortaya çıkar. Çocuğun temel gereksinimlerini arkadaşları gibi kendiliğinden karşılayamadığını gören veli derinden üzülmeye başlar. Bunun sıkıntılı tarafı ise örneğin daha önceki yıllarda yemek yeme alışkanlığı kazanmamasını istercesine, anne-babanın yardım edeyim derken gelişmesini engellediğinin o sırada farkına varışıdır. Diğer çocuklar yemeğini kendi kendine yerken, o önceden alıştığı gibi, başkası tarafından beslenilmeyi beklemektedir. Çocuğun yuvadaki ilk gününde uyumasını isteyen velinin, uyurken emzik emme ya da biberon kullanma alışkanlığından söz ettiği duyulur. Çünkü o sırada, onu yetiştirirken yapılan yanlışlıkların hissettirdiği eziklik daha fazla yaşanmak istenmezcesine, yalnızca onun ağlamaması gerektiği düşünülerek, gereksinimi olan o bebeksi alışkanlıkların sürdürülmesi istenmektedir. Bunlar, önceleri özel kalıba uygun olarak çocuk yetiştirme isteğinin sonunda, yapılan yanlışların gerçek ortamda su yüzüne çıkışıdır.
Anne-baba ya da diğer yakınlar çocuğun yetiştirilmesinden sorumlu ise, aile bireylerinden birinin koyduğu yetiştirme kuralını diğerleri bozmamaya özen göstermelidir. Kitap okuma alışkanlığı kazanılmaması toplum bireylerinin özelliği olduğu düşünülerek, hemen her evde bulunan bilgisayarımızla internet yardımı ile çocuklarla ilgili sitelere girerek değerli yazarlarımızın önerilerini okuyup çağdaş çocuk yetiştirme yöntemleri elde edilebilir. Ayrıca bu sitelerde yer ve zamanı belirtilen anne-baba eğitimi için yapılan seminerlere katılmak da yararlı olabilir. Böylece ona saygı ve sevgiye değer biri olduğunu hissettirerek, sorumluluklarını edinip sorunlarını kendisinin çözmesi yönünde olumlu bir kişilik geliştirmesine yardımcı olunabilir. İstenmeyen davranışları karşısında ise rahat olmayı, gerektiğinde duymama ve görmemeyi alışkanlık edinme sonunda oluşacak yararlar da yaşanabilir. Diğer yandan yaptığı olumlu şeyler karşısında takdir ettiğimizi belirten sözler onun içinde bulunduğu yaş sürecini rahatça tamamlaması bakımından çok önemlidir. Belirli zaman dilimlerinde ev içinde onunla oynamak, gezmeye götürmek, alış-verişte ona da sorumluluk vermek vb. durumlar yaratarak, layık olduğu değeri verdiğimizi ve kendisi için zaman ayırdığımızı hissettirmek ona beslediğimiz sevgi ve saygının göstergesi olacaktır.
Psikolog Acar PİJİ
Mavi Penguen Anaokulu


